
Pencerenin kapının en ince aralığını bulur oradan teklifsizce sızardı. İçeri girdiğini belli etmekten hiç çekinmez, sürekli tekrarlayan sinir bozucu patırtılar çıkarırdı.
Kapı gıcırtıyla açıldı; ev sahibi’nin yükünü alırcasına ağır ağır. Lambayı yakmak için uçları buz gibi donmuş parmaklar uzandı bir an. Sonra vazgeçti, çaresizce düşüverdi bir yana. Bugün 3. gündü. Geçmiş borçlarını ödemeden elektriği olmayacaktı. Kıyamete kadar karanlıkta mı oturacaktı. Tek gözlü bir odaydı burası; köşede yatağı, karşıda küflü duvara monteli tezgahı olan mutfakımsı bir yer. Rüzgarı belki keser umuduyla kapattığı kalın perdeyi açtı. Poyraz tüm bulutları dağıtmış, yusyuvarlak ayı tepede yalnız bırakmıştı. Tam camın önünde bekleyen ay, onu birkaç saat aydınlıkta tutacaktı. Sevindi. Mutfak tezgahındaki piknik tüpüne koydu çaydanlığı, ilk suyu anneannesinden kalma alman malı su torbası için ısıttı. Ne sağlam şeydi, 40 yıl bişey olmamıştı. Aman şeytan kulağına kurşun, şimdi delinirse ne yapardı. Sonra çayını demledi, fokur fokur. Sıcak su torbası kucağında, dumanı tüten çayını içmek için sabırsızlandı. Aş evinde mercimek çorbasını yarım ekmekle içmiş, çantasına bir yarım ekmek daha atmıştı sabah kahvaltısı için. Uzandı yatağına, kıvrılıverdi torbanın üzerine. Sıcağın verdiği rahatlıkla gözleri kapandı ama o poyraz yok mu. Pencerenin kapının en ince aralığını bulur oradan teklifsizce sızardı. İçeri girdiğini belli etmekten hiç çekinmez, sürekli tekrarlayan sinir bozucu patırtılar çıkarırdı.
Uzanırken yatağında Gözüne ilişti Yeni Dünya. Epeydir yanındaydı hikaye kitabı, fırsat bulup arkadaşına verememiş, o da istememişti. Fakirlik… her dönem bir çok kişinin başının derdiydi. Parasızlığın yol açtığı acıları ne güzel anlatırdı Sabahattin Ali. Bunları düşünürken “şükret haline,”dedi kendine. Aklına düştü ayran satmaya çalışan küçük hasan. Ah bir bardak, sadece bir bardak ayran satabilse bir somun ekmek alıp kardeşiyle yiyecekti. Çantasındaki yarım ekmek geldi aklına, içtiği sıcak çorba. Kapattı gözlerini, kendine acımaktansa Küçük Hasanı düşünmeyi tercih etti.
“Giriversem hikayenin içine; kasabadan erzak alışverişi yapmış, köyüne dönen bir adam olaraktan. Kıvrıldığı yerde Hasan’ı bulsam alsam onu evine götürsem, ocağını yaksam, çantamdan çıkardığım sıcak su torbasına su doldurup çocuklara versem yorganın altında birbirine sokularak sıcak sıcak yatsalar, ben de o esnada mis gibi bir çorba pişirsem, benim içtiğim gibi duru da değil üstelik. Kızar mıydı Sabahattin Ali, hikayesini değiştirdim, diye. Ama ne yapayım ben çok sevdim Hasanı. O kadar güzel yazmasaydı o da.”
Tüm bunları düşünürken, sıcak su torbasının sıcağında ağırlaştı gözleri iyice. Naif bir uyku sardı bedenini. Ama hikayedeki kurtlar kızmıştı bu işe, poyraz olarak girdiler evin içine. Bir uğultu ile söndürüverdiler çay demleyen piknik tüpünü. Çayın fokurtusu da dindi bir süre sonra. Rüzgar ıslığına sessizlik arkadaş oldu.
Uyurken Farkına varmadan, ılık bir sızı hissetti bacaklarının arasında, eyvah!, dedi. Islandığından değil, korktuğu başına geldiğinden uyandı.
